İstanbul

Haydarpaşa

İstanbul

Haydarpaşa

İstanbul

Haydarpaşa

İstanbul

Haydarpaşa

İstanbul

Haydarpaşa

17 Haziran 2012 Pazar

Balıkçı Köyünde Rakı Kültürü İzlenimi


BARAKA BALIK'TA FELEKTEN BİR GECE


İstanbul’un balıkçı köylerinden birine, Rumeli Feneri’ne gittik. Sarıyer’den orman yolundan, gece karanlığında ulaştık Baraka isimli mekâna. Burası bir balık restorandı.  Oldukça salaş bir görünümü vardı. Tarzıyla ve isminin söylediği gibi, bir balıkçı barakası hissini veriyordu. Önünde sandallar ve balıkçı tekneleri demirlenmişti. İçeri girdiğimizde tavandan sarkan balıkçı ağları, üzerinde balıkçı aksesuarları ve ürkütücü görünümlü balıklar karşıladı bizi.


Tam da programın üstüne denk gelmiştik, bir hanımefendi ve saz ekibi efkâr dağıttırıyordu, rakısını yudumlayan konuklarına. Bir işaretimizle masamız donatılmıştı. En çok ilgimizi çeken güzel görünümlü salatamız ve rakının yanına güzel bir meze olan midye kızartmasıydı. 



Çok hızlı ve pürüzsüz bir servis gördük. Rakı da geldi soframızın başına kuruldu. Yavaş yavaş demlenmeye başlamıştık ki, hareketlenen repertuarın etkisiyle sahneye atıverdi bazı müşteriler kendini. Şarkılar bir ağırlaşıyor bir hareketleniyordu. İsteklerimiz geri çevrilmiyor, şarkılara hep beraber iştirak ediliyordu.


Müşteriler bir aile gibiydi. Az önce kapıdan içeri girdiğimizde, hiçbir ilgimiz olmayan insanlarla kaynaşmış, birlikte şarkılar söyler, birlikte coşar olmuştuk. Mekâna düzenli gelen insanlar olduğu da belliydi. Ancak rakının ve müziğin birleştiğinde yarattığı etki çok güzeldi. İnsanların gözlerine içine bakarak şarkı söylemesi, dalıp uzaklara gidenler, gülümseyen, şarkıya, dansa, kadeh tokuşturmaya davetkâr yüzler, ortamdaki sıcak detaylardı. Personelin hoşgörülü tavrı, paylaşımcı, yardımcı ve sıcakkanlı davranışları bizi çok memnun etmişti.


Sıcakkanlılık, hoşgörü, paylaşım, coşku, yardımseverlik, sohbet… Türk insanının ortak değerleri, insanların bir araya getiren özel duygular ve davranışlar. Rakı ve bir parça müzik yeterli bu duyguları yaşamaya. Biraz da sofranın göz doldurmasının katkısı var bu deneyime. Dostlarımızla geçirdiğimiz bu gece; rakı, müzik, sofra, servis eşliğinde çok keyifli olmuştu. Baraka, yakınlarınızla İstanbul’un merkezi ilçelerinden biraz uzaklaşıp farklı bir tat alabileceğiniz, farklı bir hava soluyacağınız, keyifli zamanlar geçirebileceğiniz bir yer. Rakı sofrasının hikmeti olsa gerek. Dostluk da eğlence de bir başka bu sofrada!  

5 Haziran 2012 Salı

İstanbul Boğazı Efsaneleri


İstanbul Boğazı’na dair anlatılan bir çok efsane bulmak mümkündür fakat bunlardan Zeus ve İo efsanesi  Bosphorus adının nerden geldiğine dair olması, bir diğeri de Kutsal kitaplarda adı peygamber olarak geçen Zulkarneyn’in aslında Büyük İskender olduğunu anlatması bakımından oldukça ilgi çekicidir.
Zeus ve İo Efsanesi
“Çapkınlıkları ile ünlü olan Zeus yine bir kaçamak peşindedir ve güzeller güzeli İo ile aşk yaşamaktadır. Günlerden bir gün Zeus ile İo, Egenin cennet gibi kıyılarında gönül eğlendirirken; Zeus’un karısı Hera gizli aşıkların olduğu yere doğru gelmektedir. Zaten son günlerde Hera bazı şeylerden şüphelenmeye başlamıştır; bunun farkında olan Zeus, Hera’nın bulundukları yere yaklaşmakta olduğunu anlayınca İo’nun ve kendisinin etrafını bulutlarla çevrelemiş fakat şüpheleri artan Hera bir üflemesi ile bulutları yok etmiştir. Azılı çapkın tam yakalanacakken aklına cince bir fikir gelmiş ve İo’yu öküze çevirmiştir. Ama Hera bu durumdan da şüphelenmiş ve öküzün (yani İo’nun) başına onu hiç rahat bırakmayan sinekler yollamıştır. Sineklerden kaçmaya başlayan İo Ege’den başlayarak İstanbul’a kadar gelmiş, boğazı geçmiş ve Kafkas’lara kadar kaçmıştır. Yunancada öküz anlamına gelen “Boô” ve geçit anlamına gelen “ôqo” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan Bosphorus (öküz geçidi) işte bu efsanenin sonucu ortaya çıkmıştır.”
Efsanenin diğer versiyonu ise şöyle:
“Mitolojik zamanlarda bir güzellik yarışması düzenlenir ve yarışmayı Afrodit kazanır. Çapkın Zeus bu güzellik karşısında dayanamaz ve Hera’ya fark ettirmeden Afrodit ile buluşmak ister. Boğazın karşı kıyısında bir mağarada buluşmak üzere anlaşırlar. Bunun üzerine Zeus Boğaz’ın üzerine gökkuşağından bir köprü yapar ve kendisini de altın boynuzlu bir öküze dönüştürerek bu köprüden geçer ve Afrodit ile buluşur.”


İstanbul Boğazı Efsanesi


İstanbul Boğazına dair bir diğer efsanede ise, Hz. Zulkarneyn ve İskenderin aynı kişi olduğu anlaşılmaktadır. Bu efsaneyi deAli İmren’in kaleminden okuyalım.


‘‘Zülkarneyn’in hükümdarlığı sırasında İzmir’de büyük bir kavim ve onun hükümdarlığını yapan Katerina adında bir kraliçe yaşamaktaymış. İskender Zülkarneyn bütün çalışmalarına rağmen bu kavme sözünü geçiremediği gibi onları mağlup da edememiş. Nihayet Büyük Hakan bu kavmin harp gücünü öğrenmek üzere kıyafet değiştirerek elçi sıfatıyla Katerina’nın sarayına gitmeye karar vermiş ve yola çıkmış. Katerina’nın sarayı Menemen ile Ulucak köyü arasındaki ovadaymış. İskender saray yakınına geldiği zaman, saray muhafızlarına İskender Zülkarneyn tarafından Kraliçe’ye elçi gönderildiğini ve kendisine bir mektup sunacağını söylemiş. Muhafızlar durumu Kraliçe’ye haber vermişler. Kraliçe de elçiyi huzuruna kabul etmiş. Elçi huzura gelince İskender’in mektubunu Kraliçe’ye uzatırken göz göze gelmişler. O anda Kraliçe bir çığlık koparmış ve muhafızlarına bu adamın tehlikeli olduğunu ve iyi muhafaza edilmesini emretmiş. Sonra İskender’e dönerek;  “Sen elçi değil, İskender Zülkarneyn’in kendisisin!” demiş ve masasındaki bir resmi İskender’e uzatarak: “Bu sen değil misin?” demiş.  Meğer Kraliçe kendine düşman olan İskender’in bir kolayını bularak, resmini elde etmiş ve masasından hiç ayırmıyormuş. Kraliçe, buraya ne maksatla geldiğini, kaderinin kendi elinde olduğunu ve bir teklifte bulunacağını teklifini kabul ederse serbest kalabileceğini, kabul etmezse zindana attıracağını uygun bir dille İskender’e anlatmış. İskender, durumun gizlenecek tarafı kalmadığından, ne maksatla geldiğini anlatmış ve: “Teklifin nedir?” diye sormuş. Kraliçe: “Benim ülkeme ve kavmim üzerine asker gönderip harp etmeyeceğine yemin etmeni isterim.” demiş. İskender bu teklifi kabul etse intikam alamayacak, etmezse kavminden habersiz geldiği için uzun yıllar hapsedileceği için ordusunda kargaşa çıkacak, ülke ve kavminin perişan olacağını düşünerek:Teklifini kabul ediyorum. Ülkene ve kavmine asker ile saldırmayacağıma yemin ediyorum.”  demiş. 
Böylece İskender muhafızlar eşliğinde sağ salim ülkesine gönderilmiş. İskender ülkesine dönerken Akdeniz ile Karadeniz’in yüksekliğini ölçmüş. Karadeniz’in Akdeniz’den çok yüksek olduğunu anlamış. Karadeniz’i taşırdığı takdirde Katerina’nın sarayının sular altında kalacağını hesaplamış. Karadeniz ile Akdeniz’in en yakın ve kestirme yolu olarak şimdiki İstanbul Boğazı sahasını uygun bulmuş. Böylece milyonlarca işçi ile gece gündüz bu yeri kazdırmaya başlamış. Üç yıl on üç günde kazı işi tamamlanmış. On üçüncü gün şafakla beraber boğaz kendiliğinden taşmış. Dağlar kadar yükselen azgın Karadeniz suları bütün Trakya ve Ege denizi sahillerini yüzlerce metre kalınlıkta su tabakasıyla kaplamış. Böylelikle İskender ettiği yemine sadık kalarak intikamını almış. Katerina ve kavmi sular altında kalarak yok olmuşlar. Böylece İstanbul Boğazı ortaya çıkmış.’’

Kaynaklar;
Ali İmer, “İstanbul Boğazı Efsanesi”, Türk Folklor Araştırmaları, C. 18, S. 164,Yıl: 14, 1963, s.2997–2998

4 Haziran 2012 Pazartesi

Güneşli Bir Pazar Gününde İstanbul Boğazı



3 Haziranda uzun zamandır yapmak istediğim ama bir türlü fırsatını bulup da yapamadığım
Boğaz turuna çıktım. Bu güzel güneşli havayı değerlendirmek istedim. Uzun süren bahar
Yağmurlarından sonra hava çok güzel ve gökyüzü masmaviydi. Bende bu fırsatı değerlendirip,
Boğazın ve boğazın çevresini kaplayan eşsiz ve güzel manzaranın keyfini çıkarmak için
Eminönüne gidip tur için bir tane bilet aldım. Boğazın o eşsiz güzelliğin tadını çıkarmak için
Dışarı da üst güvertede oturmaya karar verdim. Çünkü içerde oturunca boğazın tadı çıkmıyor.
Birde hava güzelse üst güvertede oturmak daha keyifli oluyor. Ama pazardan dolayı dışarıda
yer bulmak zor oluyor. Geminin kapıları açıldığında ne kadar erken davranılırsa yer bulmak o
kadar kolay oluyor. Bende geminin kapıları açılmadan ön taraflarda beklemeye başladım. Ve
geminin kapıları açıldı. Bende hemen içeri atladım. Güvertede oturmak istiyordum ama
kalabalıktan dolayı yer bulamam diye geminin kenarlarında boş bir yer bulup oturdum.
Gemiye binmeden önce 2 tane simit almıştım. Geminin hareket etmesini beklerken simit
yemeye aşladım ama aynı zamanda da simitten küçük küçük parçaları koparıp martılara
attım. Herkes gemiye bindikten sonra gemi hareket etmeye başladı.

Gemi Eminönünden ağır ağır hareket etmeye başladı. Eminönün o eşsiz manzarasının ve
Sultanahmet ve Topkapı saraylarını arkamızda bırakarak, tophaneye doğru ilerliyoruz.
Tophane; Galata dan Fındıklıya kadar sahildeki semte verilen isimdir. Burası bol ağaçlık ve
şehre yakın olması sebebiyle tarihte buraya yerleşim çok olmuştur. Tophanenin ardından Salı
Pazarı ve Fındıklıya doğru devam ediyoruz. Bu eşsiz boğaz manzarasına sahip olan Salı Pazarı
ve Fındıklıya birçok cami, medrese, mektep, çeşme ve hamamlar inşa edilmiştir. Salı Pazarı ve
Fındıklının ardından o eşsiz manzarasıyla ve birçok turistin ilgisini çeken, yüzünü Boğazın
serin sularına çeviren Dolmabahçe Sarayının önünden geçiyoruz. Birçok Osmanlı padişahına
ve Atatürk’e ev sahipliği yapan Dolmabahçe ile boğazın bütünleşmesi boğazı daha da güzel ve
özel olmasını sağlıyor. Tarih kokan Dolmbahçe, Çırağan sarayı ve Beşiktaş’tan sonra
Ortaköy’e geliyoruz. Son yıllarda birçok turistin ilgisini çeken Ortaköy; Osmanlı döneminde
kömür madeni çıkartılıyordu. Ama şimdi muhteşem Boğaziçi köprüsü ve Ortaköy cami
manzarasının birleşimiyle birçok insanın uğrak yerlerinden biri haline geldi. Ortaköy’ün
ardından Kuruçeşme ile boğaz turu manzaramıza devam ediyoruz. Havasının ve suyunun
güzelliği ile meşhur olan bu semtte birçok köşke ve saray görmek mümkündür. İskelenin
karşısında, açıkta Galata adası bulunmaktadır. Ve uzun sahili, görkemli ve güzel yalılarıyla
Arnavutköy’ü ve Bebeği seyretmeye başlıyorum. Bir yandan bu güzel turun tadını çıkarırken
bir yandan da martlara simit atmaya devam ediyorum. Martılara simit atarken Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’un fethinden önce yaptırdığı Rumeli Hisarına varıyoruz. Rumeli Hisarı
Bebek ve Baltalimanı koylarının arasında yer alan yüksek bir kaledir. Zamanında yaz aylarında
birçok konsere ev sahipliği yapmıştır. Rumeli hisarından sonra Baltalimanı, Emirgan ve
İstinye’ye doğru yol alırken Boğaz köprünün altından geçip Emirgana ulaştığımızda buranında
gerçekten ayrı bir güzelliğe sahip olduğunu görüyorum. Emirgan korusu her zaman olduğu
gibi yine dikkatimi çekiyor. Emirgan Korosu; İstanbulluların piknik yapmak için en fazla tercih
ettikleri yerlerden biridir. Emirgan Korosunun ardından, Boğaza farklı hava ve güzellik veren
boğazın o muhteşem yalıları karşımıza çıkıyor. Karatodori, Gazioğlu, Beyazcıyan ve Sait Halim
Paşa yalıları dikkate çeken yalılardır. Avrupa yakasındaki tura devan ederken Yeniköy,
Tarabya, Sarıyer’e doğru ilerliyoruz. Ve karşımıza Huber yalısı çıkıyor. Huber Yalısı;
günümüzde Cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılmaktadır. Ardından Deniz Subay Ordu
Evi önünden geçip Sarıyer iskelesine yanaşıyoruz. Buradan yeni yolcular alıp turumuza devam
ediyoruz.

Boğaz turunun’a; boğazın çevresini güzellikler ile kaplayan Anadolu yakası turu ile devam
ettik. Avrupa yakasındaki son durak olan Sarıyer den sonra Anadolu kavağının önüne geldik.
Anadolu kavağıda Rumeli kavağının da çok geniş bir kısmı askeri bölgedir. Anadolu
yakasındaki yolumuza devam ederken, Osmanlı valilerinden biri olan Hidiv Abbas Hilmi
Paşanın 19. Yy’ın sonlarında yaptırdığı 2 ahşap yalının bulunduğu ama daha sonra yıkılıp
yerine, görkemli Kasr ve İstanbul Boğazını gören kuleyi görmeye başlıyoruz. Ve Beykoz;
balıkçılığıyla meşhurdur. Burada balıkçılık oldukça gelişmiştir. Ayrıca mesire yerleri de
meşhurdur. Beykoz’dan sonra Paşabahçe karşımıza çıkıyor. Paşabahçe; Semt ilk olarak Sultan
Deli İbrahim'in Sadrazamı olan Ahmet Paşa'nın dikkatini çekmiş ve kendisine burada
muhteşem bir yalı inşa ettirmiştir.Bu tarihten sonra Paşa'nın yaptırdığı yalı sayesinde Paşa-
bahçesi olarak anılmaya başlamış, daha sonra isim Paşabahçe olarak kalmış.Önceleri sadece
Hristiyanlar’ın oturdukları bir semt olan Paşabahçe'ye Sultan Üçüncü Mustafa devrinden
itibaren Müslümanlarda yerleşmeye başlamıştır. Bu eşsiz Beykoz güzelliğinden sonra
Osmanlı döneminde öne çıkmaya başlayan Kandilli, Vaniköy ve Küçüksu Kasrı’na doğru
ilerliyoruz. Küçüksu Kasrı; Sultan I. Mahmut bu Hasbahçe’nin deniz kıyısına iki katlı ve
ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim dönemlerinde onarılarak kullanılmış, Sultan
Abdülmecit dönemindeyse padişahın emriyle yıktırılmış ve yerine bugünkü Kargir yapı inşa
Edilmiştir. 1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı'nın mimarı Nikoğos Balyan
Kalfa'dır. Kanlıca; Sütü ve yoğurdu ile meşhurdur. Kanlıca, bilhassa mesire yerleri ile
Boğaziçi'nin en güzide semtlerinden biridir. Bin bir türlü güzelliğe sahip İstanbul Boğazının
etrafını kaplayan güzellikleri saymakla bitmiyor. Turun son uğrak yerleri olan; Anadolu
Hisarı, Çengelköy, Beylerbeyi ve Kuzguncukta boğazdan bakıldığında ayrı güzelliklere
sahiptirler. Mesela; Avrupa yakasından Çengelköy’e ve Anadolu Hisarına bakıldığında bakanı
mimarı yapılarıyla büyülemektedirler.

Bu güzel turun sonunda tekrardan Eminönüne döndük. Tarihin her sahnesine ışık tutan
İstanbul Boğazının görülmeye değer olduğunu düşünüyorum. Çünkü İstanbul Boğazı tarihin
her döneminde önemli rol oynamıştır. Ve aynı zamanda;  Büyük bir ihtişam ve saf bir güzellik
yansıtan kıyıları geçmiş ve günümüzün karmasıdır. Yalıların yanında modern oteller, taştan
hisarların yanı başında trustik saraylar ve küçük balıkçı köylerinin hatırasını taşıyan semtlerde
şık yapılar. Bu yüzden boğazın bu muhteşem manzarasını görmenin en iyi yolu gemilerden
birine binip boğazın tadını çıkarmak gerekir. Bende bu güzel güneşli Pazar gününü
değerlendirip boğaz turu yaparak boğazın tadını çıkardım.


Sahaflarda İstanbul'dur


SAHAFLAR DA İSTANBUL’DUR.



‘’ Bir sonbahar günüydu. Sabah uyanıp farklı birşeyler yapmak

 istedim.  Yaşanmışlığın içinde kaybolmak istedim. Aklıma ilk olarak

sahaflar çarşısı geldi.  Güzel bir kahvaltıdan sonra kendimi yollara

 attım.  Hava ne soğuk ne sıcak. Eminönün’de biraz yürüdükten sonra

 Kapalıçarşı’ya girip Beyazıt kapasından çıkarak İstanbul

 Üniversitesi’nin arka kapısının orda Sahaflar Çarşısı’na vardım. Çok

 büyük bir yer değil. Ama bir sürü sahaf vardı. Bir tanesine girdim. Bir

 sürü kitap vardı. 1900’lerden günümüze kadar. Elime bir kitap aldım  

 William Shakespeare’in Soneler’iydi. Etrafında dünya edebiyatına ait

 bir sürü farklı eser vardı. Dini kitaplar tam karşımda duruyordu. 

 Ermenilere ait kitaplar, Rumca eserler. Kaybolmuştum sanki.. Elime

 kimin kitabını alsam aklıma hep aynı soru geliyordu. ‘’ kim bilir kimin

 kitabıydı?, nerelere gitti?, kac kez okundu? ‘’ sorular soruları açtıkça

 içerde kayboldum. Sorgulamaya başladım. İstanbul. Sende büyüksün.

 İçinde miyonlar yaşıyor. Türk’ü, Fransız’ı, Alman’ı, İngiliz’I, 

 Ermeni’si, Rum’u. Sahaflarda benim için İstanbul demek. O sahaflara

 gelen kitaplar, hepsi İstanbul’da yaşayan insanların okuduğu kitaplar.

 Farklı din, dil, ırka ait kitaplar bunlar çünkü Istanbul aynı zamanda

 bir kültr senteziydi.  Her kitapta bir İstanbullu’nun yada İstanbul’da

 yaşayan birisinin bir hikayesi vardı çünkü o kitap son olarak

 İstanbul’da yaşayan birisinin elinden o sahafa gitmişti. Tüm bunları

 düşünürken derin hayallere daldım. Yaşadığım yerin ne kadar güzel

 ve özel bir yer olduğunu tekrar anladım. Tozlu raflarla, kitaplarla

 dolu olan o küçük dükkanları tek tek gezip, kendime bir kaç kitap alıp

 evimin yoluna koyuldum. Tek istediğim yaşanmışlığın içinde kaybolmaktı.

3 Haziran 2012 Pazar

Fatih Çarşamba Pazarı



Fatih Çarşamba Pazarı, İstanbul’un bilenen en büyük pazarlarından birisi. Pazar, 7 ana
 cadde ve 17 sokak üzerinde kuruluyor. Fatih Pazarı’nda giyim, sebze ve meyvenin yanı sıra
 canlı çiçek, porselen, kumaş, tencere tava gibi akla gelen hemen her şey satılıyor. Bazı
 tezgahlarda kredi kartıyla alışveriş yapmak mümkün. Giysi satılan bölümde, çoğu satıcı kendi
 dükkanının önünde tezgah kuruyor. Böylece giyinme kabini imkanı da var. Civardaki
 camilerde de tuvalet ihtiyacı karşılanabiliyor. Yalnız pazar alanı çok geniş bir yer
 kapladığından otopark sorunu mevcut. Fatih'te ikamet edenlerin yanı sıra, birçok semtten gelen bir müşteri kitlesi olduğu içinpazar oldukça kalabalık. Kaliteli ürünlerin değerinden daha ucuz fiyatlara satıldığı Çarşamba
Pazarı’na ilgi ve katılım oldukça büyük görünüyor. Gençten yaşlısına her yaş grubundan
 insanın keyifli bir şekilde alışveriş yaptığı gözleniyor. Alışveriş yapanların görüşlerini aldığımız üzere; yıllardır buradan alışveriş yaptıklarını, her hafta uğradıklarını ve artık bir alışkanlık haline geldiğini söylüyorlar.

SANAL GARDROP



SANAL GARDROP
              Günümüzde alış veriş yapmak, yiyim ve aksesuarlar hakkında bilgi sahibi olmak çok kolay. Tarzımıza ve zevkimize uygun moda dergileri, moda blogları, online alış veriş siteleri sayesinde çok gezmeden mevcut trendlerden haberdar olabiliyoruz.Kıyafetleri tek parça halinde görmek dışında farklı kombinasyonlar görmek kendimizi en iyi hissettiğimiz şekilde giyinmek için ip uçları veriyor, bu anlamda moda dergilerinin hediyeli düzenlemiş olduğu kombinasyon yarışmalarını gösterebiliriz. Ocak ayında Ala dergisi böyle bir yarışma düzenledi ve en fazla oy alan kombinasyonlara I pad 2 vb. gibi hediyeler verdi. Kombinasyonlara ilgi büyüktü.
 Bahsettiğimiz bloglardan farklı olarak size “Closet Couture” bloğundan bahsetmek istiyoruz. Üzerimizde görmek istediğimiz bir kıyafeti hayal ettiğimiz yada acaba şunun altına şunu giysem nasıl olur dediğimiz anlarımız olur ya bazen bu blog sayesinde tahminlerimiz gerçeğe dönüşüyor. Herkesin kendine ait bir sanal gardırobu var. Beğendiğiniz kıyafetleri sanal mankene giydirebiliyorsunuz hatta bununla kalmayıp sanal arkadaşınızın gardrobundan istediğiniz parçayı isteyip kombinizin daha şık olmasını sağlayabiliyorsunuz. Blogda stil kümeleri de oluşturulmuş kendinizi yakın hissettiğiniz tarzdaki kişilerle aynı grupta yer alarak birbiriniz hakkında yorum yapabiliyorsunuz. Bu uygulamalar sayesinde binlerce tarzda binlerce kombinasyon görebiliyoruz. Siteye http://www.closetcouture.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
          Sokak modasının gelişimine ek olarak sanal ortamların da gelişmesi modayı daha hızlı tüketilir kılıyor. Hatta bu yüzden moda kendini tekrar etmek zorunda kalıyor,70’ler 80’lerdeki giyim tarzları tasarımcıların günümüze uyarlaması ile yeniden gün yüzüne çıkıyor. Kısaca fark yaratma, tarzını ortaya koyma sürecinin doğal oluşumu  “sokak modası” sanal alemde de gelişmeye devam ediyor.


http://www.closetcouture.com/  
http://aladergi.com/ 

muzaffer ozak ile röportaj


Sahaflarla yaptığımız ikinci röportajda sahaflarla ilgili ilginç bir hikaye

anlatılmasını istedik bu yönde bir röportaj gerçekleştirdik.

- Biz sahafların hak ettikleri ilgiyi görmediklerini gördük, bunun için sahafların

 bilinirliği ve önemi arttırmak amacı ile bir proje hazırlamaya karar verdik.  Bu

 hususta insanların ilgisini çekebilmek amacı ile bize sahaf olarak başınızdan

geçen ilginç bir hikaye anlatırmısınız?


- Kaç yüz tane olsun? Bizim her dakkamız bir hikayedir. Nasıl olsun ilgi çekici mi,

çarpıcı mı, egzantirik mi?   Çok acı bir hikaye anlatıcam size, tabi bizim için acı

sizin için gülünç olabilir.Bana ordan metre kitap ver hikayesını bilirmisiniz?

Duymadınız dimi? 25sene evvel. Eskiden kürk modası vardı, kürklü bir bayan ve

bir beyefendi geldi. Aralarında konuşmaya başladılar  ne renk alsak acaba?

Bayan mobilya da şu renk dedi. Bizde o zaman yayın evlerine göre

 ayırmışız kitapları ve renk renk ayrılırdı o yüzden. Bayan bir anda beyaz alalım

dedi. Şu beyazlı seriden  70 santimlik alalım lütfen dedi.  Bende baktım şaşırdım.

İlk başta anlam veremedim daha sonrasında hanımefendinin isteği

doğrultusunda dediği gibi o seriyi hanımefendiye sattık.

  -Diğer ilginç bir hikayede yine bir gün bir talebe geliyor. Muhammediye istiyor

ama Osmanlıca olanını. Talebe kitabın fiyatını soruyor . Muzaffer Efendi ayağa

kalkıyor bir  çocuga bakıyor bir kitaba, aç bakayım kitabı, oku bunu diyor, talebe

okuyor ve Muzaffer Efendi çocuğa kitabı Osmanlıca okuyabildiği için kitabı

 parasız olarak veriyor. Bir gün başka bir çocuk geliyor bir sürü kitap almak

istiyor ama utangaç ve sıkılgan bir şekilde davranıyor. Cebinde 5 lirası olduğunu

 bununda 2 lirasının yol parası olduğunu fakat o kitaplarada ihtiyacı olduğunu

belirtiyor. Efendimiz hiç düşünmeden  kitapları çocuğa hediye ediyor. Ve

kitapların olduğu torbaya da 5 lira harçlık koyuyor. Çocuk teşekkür edip 

yolunda ilerlerken torbaya bir bakıyor içinde 5 lira var.Hemen dükkana geri 

dönüyor ve diyor ki”efendim torbanın içinde benim olmayan bir 5 lira buldum 

bu sizin olmalı diyor.”  Efendimizde o senin harçlığın evladım diyerek karşılık 

veriyor . 

İşte Muzaffer Efendimiz böyle biriydi. Anlattığım hikayelerden biri bizim için

üzücüydü ama bu son anlattığım hatıralarımızda güzel bir anı olarak kaldı.

- Size ve sizin gibi sahaflara çok teşekkür ediyoruz.

 Röportaj yaptığımız sahaf video kaydı yapılmasını istemediğinden dolayı 

ancak ses kaydı yapabildik.Röportajı dinlemek amacı ile 



Şiirlerle Boğaziçi



İstanbul denince akla Boğaziçi gelir, Boğaziçi denince de şiir... Biz de boğaz gezintimizde objektiflerimize takılan o muhteşem Boğaziçi manzarasını şiirle buluşturduk. Büyük şairlerimizin şiirlerinde geçen Boğaziçi’ni hafif bir Boğaziçi esintisi tadında sizlere sunalım istedik.  



....................................................................
''Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
.......................
Necip Fazıl Kısakürek










İstanbul
''Seni görüyorum yine İstanbul
Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
Minare minare, ev ev, 
Yol, meydan.

Geliyor Boğaziçi'nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz kızkulesi.''

Ziya Osman Saba



İstanbul Türküsü


İstanbul'da, Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.

Urumelihisarı'na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuştum:
"İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı'm,
Senin yüzünden bu hâlim."

"İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı'm,
Boynuna vebâlim!"

İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli'nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim. 

Orhan Veli



Boğaz Gezintisi

Ne günlermiş, ne günlermiş
Yıldızlar, mehtap, çamlar altında
Yıldızlar, mehtap, çamlar altında
Ne günlermiş, ne günlermiş
Gelip geçmiş!

Vapurlar değil, Boğaz'dan geçen;
Boğaz'dan yalılar geçiyor,
Toplamış bulardan eteklerini...
Dairesine çekilen bir saraylı gibi
Yalılar gelmiyen alemlerine gidiyor
Bırakıp bu sessiz gecelerini.

Çekip almış kuşların kanatlarından rüzgarını
Asırlık rüyalarında yalılar
Uykuların mahmurluğu saçaklarını sarmış.
Saz sesleri gelmiyor kıyılardan.
Ne geçen yazlardan bir haber var,
Ne gelecek baharlardan.
Kim bilir kaç deniz geçmis uykularından.

Başbaşa kalmış iki hisar
Beklemekte sönük sahilleri.
Artık eski harpleri anlatır taş duvarlar
Kıyılarından geçen balıklara.
O balıklar ki dedeleri
Şarkılarla beslenmişti geceleri.
Şimdi sulara düşen çürümüş tahtalar
Dalgalarda son oltanın yemleri.

Bir zamanlar şen yaşamış yalılar
Işıklı bir ziyafet sofrasında.
Renklerini deniz almış götürmüş,
Küllerini alev alıp savurmuş.

Deniz kenarında denizsiz kalmış yalılar.
Ortaklığı ayrılmış kıt'aların
Anadolu günden güne Rumeli'ye küsmüş

Bugün biz değiliz bakan yalılara;
Yalılar boynu eğik bize bakıyor
Biz değiliz sarkan hatıralara...
Göğüs gererek dalgalara
Yalılar bir hayal için denize sarkıyor
Yalılar bize bakıyor, denize bakıyor.

Ne günlermiş, ne günlermiş
Yıldızlar, mehtap, çamlar altında
Ne günlermiş, ne günlermiş
Gelip geçmiş!

Özdemir Asaf



İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kı
skanır
Ama şu Kızkulesinin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü ç
ocukları olur

Bedri Rahmi Eyüboğlu






Kaynak Fotoğraf 1: 2012,İstanbul,Kerem KAZDAL
Kaynak Fotoğraf 2: 2012,İstanbul,Kerem KAZDAL
Kaynak Fotoğraf 3: 2012,İstanbul,Kerem KAZDAL
Kaynak Fotoğraf 4:2012,İstanbul,Kerem KAZDAL
Kaynak Fotoğraf 5:2012,İstanbul,Kerem KAZDAL

1 Haziran 2012 Cuma

ARKAİK ZAMAN VE FELSEFE



      
Zamanı "Farklı" Düşünmek
Bu hafta arkeolojinin işlediği belki de en önemli konulardan biri olan zaman kavramını ele aldık. Konumuzu daha ilgi çekici hale getirebilmek için ve İstanbul ile olan bağdaşlığın kurulabilmesi adına da İstanbul'dan zaman temalı birkaç fotoğraf çektik ve Çukurcuma'daki bir antik eşya mağazasından yeraltı küpleri  ve açığa çıkarma teknikleri hakkında bilgi aldık. Tarih biliminin işlediği nokta bilindiği gibi zaman'ın içindeki olayların soruşturulması ve hiç şüphesiz bu kronos da kazıbilim Türkçesinden de anlaşılabildiği gibi arkeoloji biliminin çalışmaları ile elde edilir ve olay örgüsü üzerine zaman örgüsünü eklemler. Arkeloji bütün bunların dışında "zaman" temasını yalnızca ilerlenen ve geride bırakılan bir mefhum olarak değil, zamanın içine "doğulan" ve etik, inanışsal ve sosyal değerleri zamana göre okumaya yönelik çıkarımlar yapabilmeyi sağlayan bir araç olarak ele alır. Zaman da genelde felsefeciler tarafından ele alıonmış ve zaman kimileri için insanın dünyaya fırlatılmışlığının sebebi ve amacı olarak da okunmuştur.

   Arkeolojik ya da olay temelli söylem araştırmalarının seyrettiği en önemli izlek, salt arkeolojik çıktıların ve İstanbul içerisindeki geçmişlerinin araştırmasını yapmak yerine, bu arkeolojik varlıkları, birbirinden uzak görünen felsefi ve kuramsal görüşleri, üzerinde çalıştığımız arkeolojik kaynak ile bağdaştırmak olarak gösterilebilir. Dünyada ve özellikle Kıta Avrupa geleneği akademiye “Interpretive Archeologhy” adlı bir kavram sokmuş olmalarına rağmen, Türkiye birçok kaynakla beraber hala metodolojisini sadece buluntuların nasıl çıkarıldığını, nasıl tespit edildiğini ve nasıl müzeye getirildiğini tarihsel bir süreç içerisinde salt bir gözlemci edimiyle kalarak sürdürmektedir. Johnsen ve Olsen’e göre mevcut durumdaki arkeolojik araştırmaların ve buluntuların bireysel yorumsamalara maruz bırakılmadan felsefi tavrından soyutlanması demek, arkeolojinin daha teleolojik ve daha geleceğe tekabül edici, dolayısıyla daha avantajlı özelliğinden soyutlanması anlamına gelmektedir (Johnsen & Olsen 1992: s.419).

Antik Bir Küpün İçi- "Çukurcuma Antique" Mağazasından
     Arkeoloji bilimi zamanı, şimdi’nin nesnesi olarak görmemizi sağladığı kadar, arkaik bir zamana dair elde ettiğimiz ampirik bir gözlemin, bir bakıma geçmişteki bir “şimdi”de yaşanılan bir durumlar dizesi ortaya çıkardığını kavramamamızı sağlar. Çünkü geçen zaman’a salt bir aşılmış olarak bakmak, bugünün ve şimdinin bir kipinin (mod)   yorumlamanın içine katılmaması demektir. Husserl’e göre ; “İster geçmişteki, ister gelecekteki bir şey üzerine düşünüyor olalım, zamansal temsil süreçlerinin tüm hallerinde şimdi (now), görünüşlerin zamansal modu olarak öncelikli bir role sahiptir. Dolayısıyla geçmiş olaylar, geçmişteki bir şimdide tecrübe edilmiş olaylar, gelecektekiler ise şimdi halini alması beklenen olaylardır.”  (Küçükalp 2008: s.134).

    Arkeolojik kazılar ile İstanbul’un gerek sosyal, gerek dinsel-ritüel, gerekse halkların yaşayışı bakımından birçoğu farklı ve şimdiki başat düzenin çok gerisinde (teknolojik olarak) olarak yorumlanabilen birçok öğeyi, zamansal homojen fenomenler olarak ele almış ve arkeolojik zamandan şimdiye sosyal, gerek dinsel-ritüellerin sağlam temeller sağlayabileceği tarafında durmuştur.Zamanı sadece ilerleyen ve ileri gidebilen bir düzlem ile düşünmek, araştırmanın yalnızca “şimdi”ye odaklanarak, normatif bağlamda “iyi” kabul edilenin daima “şimdi”’de olduğunu ön kabullenmektir. Bu tutum da yönelim nesnesinin, insani öğelerin ve kültürel farklılıkların gözden kaçırılmasına sebep olur. Heidegger, teknolojik önkabüllere (a priori) sahip modern insanın teknolojinin ve hızla öz’ünü kaybettiğine daha doğrusu bu öz alanlarının işgal ettiğinden dem vurur. Bazı teknolojik ilerlemeci sosyal okumalar da zamanın geçmiş momentlerinin örneklerini okumamızı ve buna yönelik uygulama ufuklarımızı daraltabilir. Teknoloji, zamanın bu dilimde insanı öz zaman ve uzam hakkını sürekli kesip biçerek onun öz ontolojisini kavramasına sahte tanımlar yaratır. Dahası Heidegger, teknolojik ön kabullerin, öz’e karşı giriştiği manipülasyonun bir iktidar aygıtı olarak kullanılabileceği ihtimalini de öngörmüştür. Heidegger, toplumsal belleği diri tutan kolektif deneyimin (die Erfahrung) karşısına salt “şimdiki zamanı” koyan bir yapı üreten bir teknolojik varlığın tehlikesinden dem vurur.Ferre’ye göre (1995) bilimde teknik (tekhné) kapsamı alabildiğince genişlerken iyice amorflaşarak insan düşüncesi daralarak kaybolmuştur (Ferre 1995: s.71). Nalbantoğlu’na göre (2010)  “İnsanı unutturmaya yönelik, devletin zorbalık ve ideolojik aygıtlarının işleyişinden ya da kültür piyasasından, profesyonelleşme şartları ve gerekirci modern insan yapısına dönüştüren teknolojik ön kabuller oluşur. Kişinin isteği doğrultusunda gelişmeyerek verili ve kalıcı bilgiler olarak özdeksel hale getirilmesi şart ve asil olan bilgiler haline dönüşürler.”(Nalbantoğlu 2010, s.82).  

    Nietzsche’nin ‘sürü insanı’ olarak nitelediği ‘güncelin içine hapsolan ‘bireysel’ yaşam deneyimi, tüm modern oluş kurallarına uymuş olsa da, aslında sürü insanlığından kurtuluşun reçetesi olarak yeniden “yaratıcı oluş” ile karşılaşmak mümkündür. Bu da zamanı yeniden yorumlayan bir deneyim nesnesi olarak "arkaik" zamana ilişkin aşılan ve ilerleyen ideaya karşı şüpheci bir bakış açısı meydana getirmiştir.   


Kaynaklar 
  
Johnsen, H., & Olsen, B. (n.d.). American Antiquity- Hermeneutics and Archaeology: On the Philosophy of Contextual Archaeology. N.p.: Society for American Archaeology. Vol. 57, No. 3 (Jul., 1992), pp. 419 

Küçükalp, K. (2008). Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu (Second ed., p. 134). Bursa: Sentez Yayınları.

Ferre, F. “Philosophy Of Technologhy”, (1995), Georgia Press. s.70-71.

“Heidegger: Varlığın Çobanı” (Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi içinden) Sayı. 64, (Nalbantoğlu, H. “Manipülatif Düzen-Devasalık- Amerikanlaşma”) (2010). İstanbul: YKY. s. 82-84.